Yaşamın en hüzünlü dönemi olarak; ergenlik.
Laufer (1989), "er-" fiilinden türemiş olması dolayısıyla bir noktaya varmayı çağrıştıran ergenliği bir gelişim süreci olarak ele almıştır. Gelişimin durduğu noktalarda kırılmalar gerçekleşir ve işte patalojiyi doğuran da bu kırılmalardır. Şöyle düşünebiliriz;
Ergen, artık çocuk olmayan ve henüz yetişkin olamamış olandır, hızla büyüyen ve gelişen bedeninin içinde hala çocuksu ruhsallığı sürdürendir. Etrafı bilinmezlikler ve tercih edilmesi gereken seçeneklerle dolu ergen, cinsini seçer, cinsel kimliğini seçer, kendine karşı bir tutum seçer ve bunların sorumluluklarını almaya başlayarak yetişkinliğe doğru adımlar atmaya başlar.
Ergeni bir noktada hayal edin ve her bir kararlı adımında - ki o adımlar yine de titreyerek atılacaktır çünkü sonucun bilinmezliğiyle nasıl başa çıkılacağı henüz tecrübe edilmiş değildir- ayağını bastığı noktadan geçmişine ve geleceğine doğru bir çizgi uzansın. Başka bir konu hakkında, başka bir kararda, yeni bir adım ve yeni bir çizgi daha...
Doğrusal bir düzlemde ilerleyen bu çizgiler geçmiş deneyimlerin yeni yaşam tecrübeleri ile sağlıklı birleşmesi sonucu ortaya çıkanlardır. Ne var ki ergenin çocukluğunda öğrendiği, ergenlik sürecindeki deneyimle uyuşmadığında sağlıklı bir eşleşme gerçekleşmez ve doğrusal ilerleyen çizgimiz bu tecrübenin yaşandığı noktadan kırılarak sapmaya uğrar. İşte patalojinin ortaya çıktığı nokta tam olarak burasıdır.
Peki patalojinin ortaya çıkması ne demektir ve neden genellikle ergenlikte ortaya çıktığı düşünülmektedir? Örneğin çocukluk döneminde anne ve babası tarafından yeterince kapsanmamış, güvende hissettirilememiş, anne ve babası olarak hatalar yaptığında dahi onun yanında olacakları ve onu sevecekleri hatırlatılmamış çocuklar ergenlik dönemine girdikleri ilk yıllarda ilişkilerinde kaygı problemleri yaşayabilirler. Çocukluk dönemlerinde ebeveynler tarafından yeterince hissettirilmemiş olan "kapsanma" (bir nevi koruyucu kalkan işlevi görmektedir) hissi ilişkilerinde tedirginlik yaşamasına sebep olacaktır. Bu durumda ergenliğin ilk yıllarında edinilen bir arkadaşın, oldukça yaygın olduğu üzere, bir sebepten ergenimizden uzaklaşması onda katlanılmaz bir his yaratabilir.
Ergen bu tecrübenin sonucunda anne ve babaya karşı suçlayıcı bir tavır takınabilir ve farkında olmadan her konuda onları suçlayabilir ya da tam tersi arkadaşı gibi onlarında onu bırakmaması için anne ve babaya karşı yapışık bir tavır geliştirerek onlardan hem ruhsal hem de bedensel anlamda ayrılmakta zorluk yaşayacaktır. Dahası bu tavır çözümlenmediği durumlarda gelecek ilişkilerinde de benzeri problemler ortaya çıkması oldukça muhtemeldir.
Şekilden de anlayabileceğiniz gibi bu örnekte patalojik kırılma düzlemsel devam eden çizgimizin deneyimle birlikte kırılarak patalojik belirtiyi ortaya çıkarmasıdır. Nasıl olur da peki ergenler bu gibi başedilmesi yetişkinler için oldukça basit görünen olaylarla karşılaştıklarında bu kadar etkilenirler.
Ergenin yükü zaten fazladır. Hem fiziksel hem de ruhsal anlamda değişimin çok hızlı geliştiği bu yaş aralığında; ergen geri gelmeyecek çocuksu bedeninin yasını tutar, erişkin olmaya dair korkularıyla başa çıkar, ailesinden ayrışmaya başlar ancak bağımsızlığıyla ne yapacağını bilemez; dolayısıyla bu dönemde zaten yorgundur, hüzünlüdür ve kırılgandır ancak tabiki bütün bu yeni karşılaştığı duyguları dile getirebilecek kapasiteye henüz sahip değildir.
Kendini anlatamayan ergenin duyuguları kendine tepkilerde yer bulur. Aile bir noktaya kadar ergeni anlamaya çalışabilir ancak ergenin yazgısı yalnızlığıdır çünkü anne ve babanın anlayışına kendini teslim eden ergen, sağlıklı ayrışmayı gerçekleştiremez. Aynı dönemde çocukların anne ve babalarına karşı takındıkları yıkıcı tutumlar onları gerçekten sevmedikleri ya da beğenmediklerinden değildir. Ergen iç tutarlılığını sağlamaya çalışır, anne ve babadan ayrışabilmek için kendine bunları söylemek durumundadır yoksa bağımsızlaşma çok daha acılı bir düzlemde seyredecek, belki de mümkün olmayacaktır.
Ergen en sonunda kendini ister; kendine kendi bedenine, kendi zihnine aşina olmayı ister. Çünkü çocukluğundan savrularak içine düştüğü bu kaostan onu yine kendinin kurtaracağına inanır ve bu yüzden amacı özerkleşmektir. Acısı ise bütün bunların bir diğeri tarafından anlaşılmaz olduğuna inanmasıdır. Değişiminin hangi yönde olduğunun ve onun hangi yönü arzuladığının karmaşası içersindedir, herhangi bir eyleminden tam olarak doyum alamayacak kadar kafası karışıktır ve tedirgindir, anlaşılmak ister ama kendini anlatmanın yolunu bulmakta zorlanır... Ahmet Erhan'ın şu dizelerle oldukça naif bir şekilde anlattığı gibi;
Bu benim yalnızlığım, dalsızlığım benim
Kana kana içtiğim çeşmelerden susayarak ayrılmak
Titreyen bir ışık karanlıklarda
Onu kim görebilir, kim tanıyabilir?
Kana kana içtiğim çeşmelerden susayarak ayrılmak
Titreyen bir ışık karanlıklarda
Onu kim görebilir, kim tanıyabilir?
Herkes bu dönemi deneyimlemesine rağmen yine de hiç kimse için bir diğerininkine aşina değildir. Ancak herkes kendini görebilecek ve kendini anlayabilecektir.
Patolojik kırılmaların yaşandığı durumlarla baş etmek zorlaştığında, o vakit bir profesyonel destek muhakkak ergenin kendisini anlamak için bir ruhsal alan yaratabilmesine destek olacaktır.
Terapide iki kişi olmasına rağmen herkesin kendi başına olması tam da bu noktada görüşmenin neden anlamlı olduğuna dair bir cevap taşır. "Terapide Kendi Başınalık" isimli blogumuzu okuyarak konuyla ilgili daha çok bilgi sahibi olabilirsiniz.
Talat Parman - Ergenlik ya da Merhaba Hüzün (2000), Bağlam Yayıncılık