F A C E P S İ K O L O J İ K L İ N İ K
blog image

Danışandan Hız Alan Yaklaşım

DANIŞANDAN HIZ ALAN YAKLAŞIM

 

 

 

Nilgün  ÖZTÜRK

 

 

DANIŞMA KURAM VE TEKNİKLERİ

 

Ders Sorumlusu

Yrd. Doç. Dr. Baki DUY

 

  

 

 

İNÖNÜ ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

 

 

 

OCAK-2010

MALATYA

 

İÇİNDEKİLER

  

DANIŞANDAN HIZ ALAN YAKLAŞIM……..……………………………………...........

            Carl Rogers……………………………………………....................................

İNSANIN DOĞASI GÖRÜŞÜ……………………………………………………………..

DANIŞANI HIZ ALAN YAKLAŞIMIN TEMEL KAVRAMLARI………………………….

            Yaşantı………………………………………………………………………………

            Gerçeklik…………………………………………………………………………….

Organizma Olarak Tepki Veren Organizma……………………………………..

Organizmanın Kendini Gerçekleştirme Eğilimi………………………………….

            Benlik ve Benlik Kavramı …………………………………………………………

            Kişilik, Kişilik Kavramı ve Kişilik Yapısı………………………………………….

İçsel Değer Yargıları………………………………………………………….........

            Sembolizasyon……………………………………………………………………..

            Psikolojik Uyum ya da Uyumsuzluk………………………………………………

            Değerlendirme Süreci……………………………………………………………...

            Bütünüyle İşlevde Bulunan Kişi…………………………………………………..

DANIŞANDAN HIZ ALAN YAKLAŞIMIN TERAPÖTİK KAVRAMLARI……………….

            Empati……………………………………………………………………………….

            Koşulsuz Kabul ve Saygı………………………………………………………….

            Bağdaşım (Saydamlık)…………………………………………………………….

            Diğer Terapötik Durumlar……………………………………………………… DANIŞANI HIZ ALAN YAKLAŞIMIN ÖZELLİKLERİ……………………………………

DANIŞANI HIZ ALAN YAKLAŞIMIN AMACI……………………………………………

TERAPİSTİN ROLÜ VE FONKSİYONU…………………………………………………

TERAPİDE DANIŞANIN YAŞANTILARI………………………………………………..

DANIŞAN İLE DANIŞMAN ARASINDAKİ İLİŞKİ………………………………………

DANIŞANDAN HIZ ALAN YAKLAŞIMIN UYGULANMASI……………………………

PSİKOLOJİK DANIŞMA SÜRECİNİN BASAMAKLARI……………………………….

YAKLAŞIMIN SINIRLILIKLARI……………………………………………………………

YAKLAŞIMIN KATKILARI………………………...……………………………………...

ÖRNEK VAKA...…………………………………..………………………………………..

KAYNAKÇA…………………………………………………….………………………......

DANIŞANDAN HIZ ALAN YAKLAŞIM

            Danışandan hız alan yaklaşım, varoluşçu felsefe gibi insancıl yaklaşımların bir koludur ve 1940’lı yıllarda yönlendirici ve geleneksel psikoterapi yaklaşımına karşı olarak yönlendirici olamayan danışma adı altında Rogers tarafından geliştirilmiştir.  Rogers danışman en iyisini bilir görüşüne şiddetle karşı çıkmış ve terapötik sürecin geçerliliğini nasihat, öneri, danışmanın yönlendirmesi, ikna, teşhis ve yorum biçiminde açıklamıştır (Corey,1990:s.205).

            Rogers’ın temel görüşlerine baktığımızda ise Rogers bireylere esas itibariyle güvenmektedir ve insanların kendi kendilerini anlamaları için güçlü bir potansiyele sahip olduklarını belirtmektedir. Ayrıca yönlendirici bir terapiste gerek kalmadan da problemlerini çözebilirler. Eğer bireyler terapötik ilişki içerisinde olurlarsa kendilerini yönlendirip gelişebilme gücüne de sahip olurlar demektedir. Rogers başlangıçtan bu yana, kişinin tutumunun, özelliklerinin ve niteliğinin tedavi sürecinin sonucunu birinci derecede etkilediğini belirtmiştir. İkinci derecede ise danışmanın teknik ve teori hakkındaki bilgisinin önemli olduğunu vurgulamıştır  (Corey,1990:s.205).

            Hill ve Corbett’e (1993) göre Rogers üç teorik aşamadan geçerek teorisini geliştirmiştir. İlk aşama, Ohio Üniversitesinde araştırma yapma dönemini kapsayan, “yansıtma” aşaması olarak adlandırılan aşamadır. Bu aşama, Rogers’ın ilk büyük kitabı olan Danışmanlık ve Psikoterapi (1942)kitabında, olumlu büyüme ve gelişimi gerçekleştirmede danışanın ifadelerinin ancak açık, destekleyici ve doğru yansımasının gerekliliğini belirtilmektedir (Kensit, 2000:s.346). 

Bu olgudan hareketle, Rogers ikinci önemli kitabını, Danışan-Merkezli Terapi (1951) yayımladı ve bu da onun teorik aşamasının ikinci başlangıcı oldu. Bu aşama, teoriyi sadece yansıtmadan çıkarıp, terapistin danışanının duygularını ve değişim kapasiteleri hakkında tutumlara sahip olması gerektiği düşüncesini ortaya çıkarmıştır. Terapist bu aşamada da yönlendirici olmadan kalacak, fakat genel olarak yansıtmayı kullanmadan ziyade danışanın ifade ettiklerine belirli çerçevede katılacaktır. Ayrıca bu aşama danışan fenomenolojisine önem vermiş (örn. çoklu gerçeklik teorisi), canlıya değer verme süreci ve doğuştan kendini gerçekleştirme olgularına da vurgu yapmış ve onları tanımlamıştır. Bunun yanı sıra, Rogers (1951) etkili olmak için terapistin koşulsuz olumlu ilgiye (örn. yorum yok) ve içtenlik duygusuna (örn. doğru empati ve duygu yansıtması) sahip olması gerektiğini ve bunu da danışana göstermesi gerektiğini ifade etmiştir (Kensit, 2000:s.346)      

Carl Rogers (1902-1987)

            Amerikanın Illinoıs eyaletinde doğmuştur. Altı çocuklu ailenin dördüncü çocuğudur. Çocukluğu; sıkı çalışmaya, aşırı muhafazakarlığa ve aynı zamanda kökten Protestan, herkesin eşit ölçüde saygı gördüğü, birbirine kenetlenmiş bir ailede geçirmiştir. 12 yaşında ailesinin satın aldığı çiftliğe yerleşmişlerdir. Anne ve babasıyla duygu ve düşüncelerini yargılanacağını düşündüğü için çok az paylaşmıştır (Schultz ve Schultz,…..   s.333; Cosini ve Wedding,1995:s.134; Nelson ve Nelson, 1989:s.16).

             Üniversiteye gidinceye kadar sürekli okumuş, anne babasının dış dünyaya karşı tutumlarını benimsemiş ve yalnızlığı seven bir insan olmuştur. Bu nedenle daha çok yüzeysel ilişkiler kurmuş ve sosyal yönden zayıf kalmıştır. Rogers ziraat konusunda çalışmak üzere Wisconsin Üniversitesine girmiş, ancak daha sonra papaz olmaya aniden karar vermiş ve bunun için iyi bir hazırlık olacağını düşünerek tarih alanına dönüş yapmıştır. İlk gerçek arkadaşlık yaşantısını YMCA grubu ile yaşamıştır. 20 yaşındayken “Dünya Hristiyan Öğrenci Federasyonu Konferansı” adlı uluslar arası bir toplantıya katılmak için Çin’e gitmiş ve ilk kez burada ailesinin dinsel düşüncelerinden kendini kurtarmış ve özgür bir insan olma konusunda önemli bir adım atmıştır. Bu yıllarda üniversiteyi bitirmiş ve evlenmiştir   (Nelson ve Nelson, 1982:s.15).

            Rogers 1928 yılında Columbia Üniversitesi’nden Master derecesi almış ve bundan sonra New York Rochester’daki Çocuk Rehberlik Kliniğinde 12 yıl çalışmıştır. 1931 yılında doktora derecesini almış ve ilk kitabını yayımlamıştır. Rogers, danışanları ile tanılama yapmaktan daha çok, onları dinlemeye doğru değişen yaşantılarının davranışlarda içgörüye ve değerli öğrenmelere yol açtığını ve giderek daha iyi bir terapist olmaya başladığını görmüştür (Nelson ve Nelson, 1982:s.16).

            1940’dan sonraki yıllar Rogers için kişisel ve mesleki mücadelelerle geçmiştir. Psikiyatristlerle ve davranışçı psikoloji ile önemli iki mücadele içinde olmuştur. Psikiyatristlere karşı psikologların daha çok psikoterapi uygulama sorumluluğunu alabilmeleri için uğraşmıştır. Meslek kariyeri boyunca Rogers bir danışma kuramcısı ve uygulamacısı olmamış, aynı zamanda iletişimi açık hale getirmiş ve insanları iletişimin önemine inandırmak için oldukça kararlı olmuştur (Nelson ve Nelson, 1982:s.16). 

İNSANIN DOĞASI GÖRÜŞÜ

             Rogers kendi profesyonel deneyimleri sonucunda bireyin özüne inildiği takdirde güvenli ve olumlu bir merkezin bulunabileceğini düşündüğünü belirtmiştir.

Bireylerin, kendilerini anlama ve kendi yollarını çizme yeteneğine sahip, yapıcı değişiklikler ortaya koyabilecek, etkili ve üretici yaşamlar sürdürebilecek yetenekte, güvenilir, zenginliklerle dolu olduklarını savunmuştur. Rogers, bireylerin güvenilmez olduğu ve gereksinimlerini yönetmek yerine, motive edilmeli, yönlendirilmeli, cezalandırılmalı, ödüllendirilmeli ve üstün veya “uzman” konumundaki kişiler tarafından yönetilmelidir gibi varsayımlara dayalı yaklaşımlara çok az hoşgörü göstermiştir (Corey, 2008:s.185).

            Danışan merkezli yaklaşımı benimsemiş olan psikolojik danışman, insan doğasının yapıcı yönü üzerinde odaklanmakta ve danışanın terapi sürecine getirdiği güçlü yönlerini ön plana çıkararak, danışanın gelişimine katkıda bulunmaya çalışmaktadır. Danışanların kendi dünyalarında diğerlerine karşı nasıl davrandıklarına, yapıcı yönde nasıl ilerlediklerine ve gelişimlerini önleyen engellerin nasıl başarıyla üstesinden geldiklerine önem vermektedir (Corey, 2008:s.185).

            Rogers Kişi Merkezli Terapiyi tanımlayan davranış ve kişilik teorisinin gözlemlerini 1951’de açıklamıştır. Bu teori 19 ana temele dayanmaktadır. Bunlar:

1-      Her birey, merkezi olduğu ve daima değişen bir dünya içinde yaşar. Bu yaşantılar dünyasına algısal dünya diyebiliriz.

2-      Organizma, fenemonel alanına yaşandığı gibi yahut algıladığı gibi tepki gösterir. Yani algısal alan birey için gerçektir.

3-      Organizma, bu fenomenal alana organize olmuş bir bütün olarak tepkide bulunur.

4-      Organizmanın bir tane temel eğilimi çabası vardır, bu da yaşantılar geçirmekte olan organizmayı gerçekleştirmek, idame ettirmek ve değerini arttırmaktır.

5-      Davranış temel olarak organizmanın gereksinimlerini doyurmaya yönelik amaç yönelimli girişimlerdir.

6-      Duygu amaca yönelik davranışlara eşlik eder ve davranışların ortaya  çıkmasını kolaylaştırırlar. Duygunun şiddeti de organizmanın ilerlemesi için davranışın algılanan önemine bağlıdır. Çünkü duygular zevk ya da elem verici olsun bireyi davranışa yöneltecek yada değerini arttıracak harekete doğru yöneltir.

7-      Davranışı anlamanın en iyi yolu bireyin kendi algı dayanağıdır.

8-      Algısal alanın bir kısmı aşamalı olarak kendilik olarak ayırt edilir.

9-      Çevre ile ve başkaları ile olan değerlendirici etkileşim sonucunda kendilik yapısı meydana gelir. Yani çevreyle etkileşim sonucu özelliklede diğer bireylerle değerlendirmeleri içeren etkileşimler sonucu benliğin yapısı gelişir.  Fakat algıların kavramsal örüntü bu kavramlara eklenen “ben”  ya da “bana” değerleri ile biçimlendirilir.

10-   Yaşantılara verilen değerler ve kendilik yapısının bir kısmını teşkil eden değerler vardır. Bu değerler bazen organizma tarafından doğrudan doğruya yaşanan değerlerdir ve bazen de başkalarından alınmış değerlerdir. İçe alınan değerler bazen doğrudan doğruya yaşanılmış gibi algılanarak bozulmuş bir yapı sergileyebilir.

11-   Birey yaşantılar geçirdikçe bu yaşantılarını (a) benliği ile ilişkili olarak simgeler, algılar ve düzenler (b) benlik yapısı ile ilişkisini görmediği için dikkate almaz (c) benlik yaşantısı ile tutarlı olmadıkları için onları simgelemeyi reddeder veya bozup değiştirerek simgeler. 

12-  Organizma tarafından benimsenen davranışların çoğu kendilik kavramı ile tutarlıdır.

13-  Bazen davranış organik yaşantılar ve sembolize edilmemiş ihtiyaçlardan da doğabilir. Böyle davranışlar kendilik yapısı ile tutarsızdır fakat bu durumda birey davranışları benimsememiştir.

14-  Organizma önemli duyu ve iç organlarının yaşantılarını ile ilgili farkındalığını reddeder ve bunun neticesi olarak bunlar sembolize edilmez ve kendilik yapısına dahil edilerek örgütlenmezse psikolojik uyumsuzluk oluşur.

15-  Duyu ve iç organlardan gelen yaşantılar kendilik kavramı ile tutarlı bir tarzda sembolize edilip kendilik kavramı içine alınırsa psikolojik uyum oluşur.

16-   Benlik yapısı ya da organizasyonla tutarlı olmayan yaşantı tehdit edici olarak algılanır. Kendilik yapısı kendini korumak için organize olmuştur.

17-  Kendilik yapısına yönelik hiçbir tehditin olmadığı zaman, kendilik yapısı ile tutarsız olan yaşantılar algılanabilir. Kendilik yapısı böyle yaşantıları yeniden inceleyip özümseyebilir.

18-  Birey tüm duygusal ve iç yaşantılarını algılayıp bunları tutarlı ve bütün olarak bir sisteme sokabilirse diğer insanları daha iyi anlamaya ve onların ayrı bireyler olduğunu kabul etmeye başlar.

19-  Birey organik yaşantılarını ne kadar çok algılayarak kendilik sistemini kabul ederse mevcut değer sistemini (ki bunlar değiştirilerek sembolize edile içe alınmış kıymetlerdir) de o kadar değiştiriyor demektir (Akt.Corsini ve Wedding, 1995:s.137-138).

DANIŞANI HIZ ALAN YAKLAŞIMIN TEMEL KAVRAMLARI

Rogers’ın davranış ve kişilik kuramında yer alan terimler ve kavramlar diğerlerinden ayrı ve benzersiz anlamlara sahiptir. Bunlar: 

Yaşantı

            Rogers duyusal ve içsel yaşantıları kavramını fizyolojik bir kavramdan daha çok psikolojik bir kavram olarak kullanmaktadır. Duyusal ve içsel yaşantı, organizmanın duyusal ve içsel donanımı tarafından bilinçli hale getirilmeye hazır olarak, olguların ve olayların meydana gelmesi olarak da ifade edilebilmektedir. Rogers herhangi bir andaki yaşantıların tümüne “yaşantısal” , “algısal” veya fenomenolojik alan adını vermektedir (Nelson ve Nelson, 1982:s.19).

            Yaşantı bireyin öznel dünyasını ifade etmektedir. Bazen bilinçli olarak yazdıklarımızın üzerinde parmaklarımızın baskısını hissedebiliriz. Yine bazen kimilerinin “ben saldırgan biriyim” düşüncesini kabul etmesi için gereken farkındalık düzeyine gelmesi güç olabilir. İnsanların tüm yaşantısal alanlarındaki gerçek farkındalıkları sınırlı olmakla birlikte, yinede her birey bunun tümünü bilen tek kişidir (Corsini ve Wedding, 1995:s.140).

            Gerçeklik

            Psikolojik amaçlar için gerçeklik bireyin algılarının öznel dünyasıdır. Sosyal amaçlar için gerçeklik ise farklı bireyler arasındaki yüksek derecedeki toplumsal algılardan oluşur. Örneğin İki kişinin politikacı olan bir kişinin gerçekliği üzerinde anlaşmalarını gösterebiliriz. İçlerinden birinin dayandığı gerçeklik, kadının yardım etmeyi seven iyi bir insan olduğu yönündedir ve bu yüzden ona oy verecektir. Diğer kişinin gerçekliği ise kadının kendine para yapmak için politikaya girdiği yönündedir ve bu yüzden onun rakiplerine oy vereceği şeklindedir. Terapide duygularda ve algılarda değişim yaşanır ve dolayısıyla gerçeklik oluşur (Corsini ve Wedding, 1995:s.140).

            Organizma Olarak Tepki Veren Organizma

            Aç olan bir kişi, tamamlaması gereken raporu nedeniyle öğle yemeğine gitmeyi atlayabilir. Psikoterapi sürecinde danışanlar, kendileri için neyin önemli olduğunu öğrenmeye başlarlar. Bunun sonucunda, açıklanan amaçlar doğrultusunda davranışlarda değişiklikler başlar.  Örneğin bir politikacı ailesinin kendisi için çok önemli olduğuna karar vererek iç yoğunluğunu azaltabilir (Corsini ve Wedding, 1995:s.149).

            Organizmanın Kendini Gerçekleştirme Eğilimi

            Kendini gerçekleştirme eğilimi tek temel güdüdür. Organizmanın kendi kapasitesi yönünde gelişmesi, devam etmesi, zenginleşmesi ve üretmesi için doğasından gelen aktif bir süreçtir. Kendini gerçekleştirme eğilimi, organizmanın bütününde her zaman etkindir ve belirgin bir özelliği organizmanın canlılığının ve ya cansızlığının göstergesi olmasıdır (Nelson ve Nelson, 1982:s.18).

            Kurt Golstein, Hobart Mowrer, Harry Stack Sullıvan, Karen Horney ve Andras Angyag gibi birkaç isim bu temel ilkeden bahseder. Çocuğun yürümeyi öğrenirken gösterdiği çabayı buna örnek olarak verilebiliriz. Rogers’a göre bireyler kendilerine özgürce tercih yapma hakkı verildiğinde ve dışsal gücün olmadığı durumlarda, hasta olmaktansa sağlıklı olmayı, bağımlı olmaktansa bağımsız olmayı tercih ederler ve ideal olanın genel olarak organizmanın bütün olarak gelişmesi olduğunu vurgulamıştır (Corsini ve Wedding, 1995:s.140).

            Danışandan hız alan yaklaşım, tüm psikolojik sorunların bu kendini gerçekleştirme eğiliminin engellenmesinden kaynaklandığını ileri sürerek, tek bir tanıyı kabullenmemektedir. Bu nedenle psikolojik danışmanın amacı da temelde iyi olan güdüyü daha çok açığa çıkarmaktır (Nelson ve Nelson, 1982:s.18).

            Benlik ve Benlik Kavramı

              Benlik, “organizmik benliğin dayandığı gerçek” olarak anlaşılmakta ve günlük yaşamda “kendi kendisi olmaya çalışmak” şeklinde ifade edilmektedir. Benlik kavramı ise, kendi yaşantıları ve organizmik beni ile her zaman uyuşmayabilecek biçimde bireyin kendini algılamasıdır. Bu tanımlardan yola çıkılarak, ideal olarak kendini gerçekleştirmenin, benlik kavramı ve benliğin boyutlarının eş anlamlı ve uyumlu olduğu zaman başarılabileceği söylenebilir (Nelson ve Nelson,1982:s.20).

            İnsanların kendileriyle ilgili algılamaların bütünü ve gereksinimlerini karşılamak üzere yaşamdaki etkileşimlerinin aracı olduğundan, bireylerin benlik kavramı önemlidir. Etkili bir benlik kavramı, çevreden de organizmadan da kaynaklansa, bireylerin yaşantılarını gerçekçi olarak algılamalarına, yaşantılara açık olmalarına izin vermektedir (Nelson ve Nelson,1982:s.26). 

 

            İçsel Değer Yargıları

            Bu, bireyin algısal alanıdır. İçsel değer yargıları algılanan dünyada duygulara ve yaşantılara yüklenen anlamın yöntemidir. Bu içsel referanslar diğer insanların davranışlarının nedenlerini anlamamızı sağlamaktadır. İçsel referanslar, davranış, tutum ve kişiliğin dışsal yargılarında da farklılıklara neden olmaktadır (Corsini ve Wedding, 1995, s: 140).

 

            Kişilik, Kişilik Kavramı ve Kişilik Yapısı

            Meader ve Rogers’a (1984) görebu terimler “ben” ya da “bana” nın karakteristik algılarından meydana gelen tutarlı ve organize Gestalt kavramlarını ifade etmektedir. Ayrıca “ben” ya da “bana” nın farklı yaşam görüşlerine ve algılanan ilişkilere ve algılara yüklenen anlam ve değerleri de işaret etmektedir. Bu farkındalık için gerekli olmamasına rağmen Gestalt’deki farkındalıkta ulaşılması gerekmektedir. Ayrıca bu akıcı olan ve değişen bir süreçtir (Akt: Corsini ve Wedding, 1995, s:141).

 

            Sembolizasyon

            Bireylerin yaşantılarında farkındalık kazandığı ve bilinçlendiği bir süreçtir. Kendilik kavramı ile ilgili farklı yaşantılar da sembolizasyonların inkar edilmesi eğilimi görülebilmektedir. Örneğin kendilerini dürüst olarak gören kişiler yalan söyleme davranışının sembolizasyonuna direnç gösterme eğilimindedirler.  Belirsiz yaşantılar, kendilik kavramı ile tutarlı biçimlerde sembolleştirilmeye çalışılmaktadır. Kendine güven eksikliği olan bir konuşmacı sessiz bir dinleyiciyi sembolize edebilir ya da kendine güvenen bir konuşmacı ise dikkatli ve ilgili bir dinleyiciyi sembolize edebilir (Corsini ve Wedding, 1995, s:141).

            Psikolojik Uyum ya da Uyumsuzluk

            Bireylerin duyusal ve iç organlarının yaşantıları ile kendilik kavramları arasındaki tutarlılığı ve uyumu ifade etmektedir. İradesizlik ve yetersizlik öğelerini içeren kendilik kavramı başarısız yaşantıların sembolleştirilmesini kolaylaştırır. Böyle yaşantıları inkar etme ya da çarpıtma gereksinimi yoktur dolayısıyla bu durum psikolojik uyum durumunu beslemektedir (Corsini ve Wedding, 1995, s: 141).

Değerlendirme Süreci

            Bireylerin kendi yargılarının kanıtlarına güvenmeleri şeklinde devam eden bir süreçtir. Olması gereken doğru ve yanlışın ayırt edilmesi süreç içinde yaşanır. Bu organizmik süreç, bireyin kendine güvenmesi şeklindeki kişi merkezli hipotez ile tutarlı olmasına ve her birey için kurulmasına rağmen bu süreçte ki davranışlar ve değerlerden sosyal sistem yüksek oranda sorumludur. Ayrıca bireye değerler ve davranışlar açısından sorumluluk yükleyerek bireyin sorumluluk almasını sağlamaktadır. Bu süreç, kişinin organik durumları ile seçim yapması gerektiğinde ya da buna zıt olarak başkalarının düşüncelerinden etkilediği zaman ortaya çıkmaktadır (Corsini ve Wedding, 1995,s: 141).                                      

            Bütünüyle İşlevde Bulunan Kişi

            Rogers’a göre bu kişiler bütün duygularının farkındadır ve bunları yaşamaktan korkmazlar. Yine bu kişiler olumlu kendilik kavramına sahiptirler. Seeman (1984) bütünüyle işlevde bulunan insanların özelliklerini sınıflamak için 25 yıl süren bir çalışma yapmıştır. Bu tarihi çalışmanın sonuçları bütünüyle işlevde bulunan kişilerin özellikleri arasında psikolojik uyum, çevrenin yeterli bir şekilde kullanımı ve kendi yaşantılarına açık olma gibi unsurların üst sıralarda olduğu görülmüştür. (Corsini ve Wedding, 1995,s: 141).

DANIŞANDAN HIZ ALAN YAKLAŞIMIN TERAPÖTİK KAVRAMLARI

            Danışan merkezli terapide empati, koşulsuz kabul ve saygı ve uygunluk önemli özelliklerdendir.

 

            Empati

            Rogers (1959) empatiyi ilk tanımlayanlardandır. Rogers’a göre empati bir kişinin kendisini karşısındaki kişinin yerine koyarak olaylara onun bakış açısı ile bakması, o kişinin duygularını ve düşüncelerini doğru olarak anlaması, hissetmesi ve kendi dünyasından tamamen kopmadan başka birinin perspektifiyle yaşadıklarını anlamaya ve hissetmeye çalışmasıdır (Seligman, 2006, s: 178; Sinclair ve Monk, 2005, s:334; Wynn, 2005, s:31; Acar, 1994,s:15).

            Danışan merkezli terapide empati aktif, dolaysız ve devam eden bir süreçtir. Danışman gözlemlemek, tanı koymak, yorumlamak yerine, danışanın açıkladığı duygu ve davranışlarını yaşaması için maksimum çabayı göstermektedir. Danışanı hız alan yaklaşımda danışmanın empatik anlayışının doğruluğu sıklıkla vurgulanmıştır. Ancak bundan daha önemli olan danışmanın danışanın dünyasını değerlendirirken gösterdiği ilgidir. Bu süreç danışmanın, danışanın duygularını ve düşüncelerini daha iyi anlamasına ve karşılıklı saygıya dayalı bir süreci yaratır ( Corsini ve Wedding, 1995, s: 142).

            Terapistin esas görevlerinden biridir, danışanın duygu ve davranışlarını tam olarak ve hassasiyetle anlamak. Bu durum terapi sürecinde danışman ve danışanın birbirlerini an be an etkileyerek davranışlarının sebebini açığa vurmalarına yardımcı olmaktadır. Danışman, danışanın kendisine has, duygu ve davranışlarının burada ve şimdi ilkesi ile hissettirmeye ve bilhassa yaşatmaya çalışacaktır. Empatik anlayışta amaç; danışanın kendilerini açmalarına, duygularını daha yoğun olarak yaşamalarına ve kendilerinde var olan uyumsuzlukları çözmelerini ve kabul etmeleri konusunda cesaretlendirme söz konusudur (Corey, 1990.s:214).

            Empatide danışmanın kendisini danışan yerine koyarak onu anlamaya çalışması vardır. Bunu yaparken danışman yansız ve objektif olmalıdır. Danışman onlarla sadece ilişki kurmakla kalmamalı, halihazırda ne olduklarını anlamaya çalışmalıdır. Anlayış önemlidir. Çünkü yüksek düzeydeki bir empati danışanın açık olmayan duygu ve hislerini danışmanın tanımasını sağlar ve danışman bu duyguların farkına varılmasına ve kabul edilmesine yardımda bulunur (Corey, 1990, s:214).

            Empatide, danışanla ilişki kurmak için yansıtmanın kullanılması gerekmektedir. “Sizin probleminizin ne olduğunu anlıyorum demek, basit objektif bir bilgi değildir. Danışman, danışan dışındaki bir birey olarak, danışan hakkında ki anlayışın değerini tayin etmektedir. Empati danışan ve danışmanın subjektif anlayışının derin bir ifadesidir. Yani empati danışan ile kişisel olarak kurulan duyguların bir ifadesidir. Danışman belli bir ilişki kurarak danışanın subjektif dünyasındaki duygularını paylaşabilir. Yalnız danışman, danışanın farklı bir insan olduğunu unutmamalıdır. Rogers şu ilkeye inanmaktadır:

            Danışman, danışanın özel dünyasındaki mevcut yaşantılarını anladığı zaman, danışanın farklı bir kişi olduğunu unutmadan, onun duygularını onun gibi görebilir ve bunun sonucunda da muhtemelen olumlu değişiklikler gerçekleşir (Corey, 1990,s. 214).

            Koşulsuz Kabul ve Saygı

            Danışmanın ikinci önemli tutumu, danışanı bir insan olarak görmesi ve onunla içten (samimi) bir şekilde ilgilenmesi ve ilişki kurmasında koşulsuz kabul esastır. Yani danışanın duygu, düşünce ve davranışlarını iyi ya da kötü olarak değerlendirip yargılamadan kabul edilmesi esasına dayanmaktadır. Danışman, danışanı kabulünde herhangi bir yere koymadan samimi bir şekilde kabul etmesidir. Danışman şöyle bir tutum içine girmemelidir. “Sen, sen olduğun zaman kabul edeceğim yerine seni sen olarak kabul edeceğim” tutumunu benimsemelidir (Corey, 1990,s: 213).

            Olumlu kişilik değişiminin gerçekleşmesi için gerekli görülen koşullardan bir tanesidir. Rogers bu kavramı, danışanın davranışı, tavrı ve görünüşü gibi dış etkenler dikkate alınmaksızın bireyin bir insan olarak doğuştan sahip olduğu değer ve onuru ön plana çıkarmak suretiyle ödüllendirmek şeklinde tanımlamıştır. Danışanın sırf bir insan olarak olumlu bir şekilde ele alınması olarak kısaca ifade edilebilir. Danışana saygı duyan bir danışman sadece o danışanın kim olduğu ile ilgili görüşünü yansıtmaz, aynı zamanda danışanın dünya görüşünü de kabul etmektedir (Hackney ve Cormier, 2008, s:51).

            Danışma sürecinde önemli olan diğer bir durum ise, terapötik ilişki sürecinde danışmanın tahakküm kurmamasıdır. Şayet danışman, danışanı kabul eder ve değerli bulur ve tahakküm etmezse danışma süreci başarılı şekilde sonlanır. Fakat danışana olumlu saygı gösterilmezse ve koşulsuz kabul edilmezse, danışan bu saygıdan yoksun olduğundan giderek savunmaya geçecektir (Corey, 1990,s: 214).

Bağdaşım (Saydamlık)

            Rogers bu üç özelliğin en önemlisi olarak bağdaşım ilkesini görmektedir. Bağdaşım içinde olan danışman tavır ve tutumlarında samimi, içten, gerçekçi ve otantiktir. Danışmanla olan ilişkilerinde duygu ve düşüncelerini açıkça ifade eder (Corsini ve Wedding, 1995, s: 143; Corey, 1990,s: 213).

            Otantik olan danışmanın, hem olumlu hem de olumsuz tutumları ve duyguları spontandır. Yani doğaldır ve bu şekilde danışanla dürüst bir ilişki içerisine girmesi danışma ilişkisini kolaylaştırmaktadır. Bağdaşım içinde olmak öfke, nefret, engellenme, kızgınlık, can sıkıntısı ve üzüntü gibi duyguların ortaya konmasını gerektirir (Corsini ve Wedding, 1995, s: 143; Corey, 1990,s: 213).

            Ancak bu danışmanın aklına geleni düşünmeden söylemesi anlamına gelmemelidir. Örneğin, danışmanın yorgunluğu ile başa çıkmasının en etkili yolu bu durumu açıklamasıdır. Danışmanın gerçek duygularını gizlememesi, danışan-danışman ilişkisinin güçlenmesini sağlamaktadır. Ayrıca bu durum danışmanın empatik olmasına ve ilişkiye katılımının artmasına yol açar (Corsini ve Wedding, 1995, s: 143).

            Rogers’ın bağdaşım kavramı, sadece kendini gerçekleştirmiş danışmanın terapi sürecinde etkili olduğunu ima etmemektedir. Çünkü danışmanda bir insandır ve ondan tamamiyle otantik olmasını bekleyemeyiz. Anacak danışanı merkez alan terapi yaklaşımı danışmanın danışan ile olan ilişkisinde bağdaşım içinde olduğunu kabul etmektedir. Bağdaşım üç özelliğin hepsinde de geçerli olmak üzere var ya da yok olmasından daha çok bir süreklilik içinde gerçekleşmektedir (Corey, 1990,s: 213). 

            Diğer Terapötik Durumlar

            Empati, koşulsuz kabul

Makaleyi Paylaş: